Antalya Bilim Üniversitesi Dekanı Prof. Dr. Harun Gümrükçü, özellikle Yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızı yakından ilgilendiren son derece önemli bir konuda aydınlatıcı bir yazı kaleme aldı.
ALDATILAN TÜKLER DOSYASI’daki açıklamalar karşısında okuyanları hayrete düşürecek bu yazıyı mutlaka okumalısınız. İşte Harun Gümrükçü’nün o ibretlik yazısı:
Kira Konusunda Olağandışı Gelişmeler ve Ekonomik Konulu Davalarda Hukuken Yapılan Fahiş Hatalar
- Mevcudu Koruma ile Geriye Doğru kiraya zam yapma ve Birleşik Faizle Hesap Çıkartma Bağdaşır mı?
Hukukun temel direği mevcudu koruma veya başka bir deyimle geriye doğru kötüleştirme yasağıdır. Türkiye’de son derece hızlı artan enflasyon oranlarını fırsata çevirmek isteyen ev sahipleri; kiracılarıyla senelerdir anlaşma yapmış oldukları oranda arttırılmış kira bedelini yetersiz bulmaktadırlar. Mal sahipleri 10, 12, hatta 14 yıldır düzenli ödenen bu kira bedelinin yanında, geriye dönük zam farkı istemektedirler. Bu isteğe göre, yapılan kira artışları süregelen yıllarda “yeterince!” yüksek olmadığı görüşüne dayandırılarak ve bu durumun 14 yıl sonra anlaşıldığı ileri sürülmektedir. Ayrıca, bu zam farklarına ilave birleşik faiz oranlarıyla hesap çıkartarak çok yüksek bir meblağın ödenmesini talep etmektedirler. Bu rakam genelde 30 bin ile 70 bin lira arasında değişmektedir. Mahkemeler bu gibi davalarda sizin avukatınıza, dosyanızda avukata verdiğiniz vekaletname olsa bile, bilgi vermeden, (avukatların iddiaları bu doğrultudadır.) aleyhinize karar vererek tüm mallarınıza ve banka hesaplarınıza bilginiz olmadan el koymaktadırlar.
Son 15 yıla kadar “geriye dönük zaman için ekstra zam artışı yapılır mı?” sorusu aynı zamanda mevcudu koruma hakkıyla iç içe geçmiş olan temel hukuki bir ilkedir. Bu ilkeyi çiğnemek, hukuku temelden inkâr etmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla mahkemelere açılmış veya açılacak bu gibi davaları hakemlerin hemen geri çevirmeleri gerekmektedir. Zaman zaman, hakemlerin verdikleri kararlar sebebiyle bu temel ilke zedelenmektedir. Ayrıca, bu ulusal hukukla bağdaşmayan kararlar sebebiyle; yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bilgileri olmadan mallarına haciz koyularak zor durumda bırakılmaktadırlar. Bunun ahlaki bakışla ve iyi niyet ilkesiyle bağdaşmadığı ulusal düzeyde ortaya koyulmalıdır. Bunun için sayısı yüzü aşan hukuk fakültelerimizin devreye girerek ülkemizin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan bu uygulamayı durduracak görüşler geliştirmelidirler. Bu gibi hukuki temel ilkeden uzak karar veren hakemler, Yüksek Hakemler Kurulu tarafından mercek altına alınmalıdırlar. Onların gerekçeleri iyi okunmalıdır. İlerleyen süreçlerde topluma verecekleri zararın ancak bu şekilde önüne geçilebilir. Barolar, böyle uygulamaların durdurulmasında ve üyelerinin bu gibi uygulamalar ile ilgili bilgilendirilmesinde aktif rol oynamalıdır. Bu konudaki başvurular mesleğini hukukun üstünlüğünü koruma geçerliliği ilkesi doğrultusunda yürüten avukatlar tarafından reddedilmektedir. Bu temel ilkeye uymayan diğer kesimde bulunan diplomalı! avukatlarda barolarca uyarılmalıdır. Bu alanlardaki hukuki temel ilkelerden hareket etmeyen bazı avukatlar ve hakimler olduğuna göre onların ülkemizin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan bu görüşlerine dur denilmelidir. Bu yazıda geriye dönük kötüleştirme yasağı herkesçe genel geçer bir tanımlama olması yanında uluslararası hukuk normlarıyla da desteklendiği ortaya koyulacaktır.
Bu sebepten ötürü, basit cümlelerle ve yazıyı dipnotlarla boğmadan özellikle yurtdışında yaşayan insanlarımızı bilgilendirmek adına bu konu kamuoyumuzun bilgisine sunulmaktadır. Unutmamak gerekir ki, Avrupa’da yaşayan ve sayıları 5 milyon civarında olan insanlarımızın Hukuki Güvenceliği bu ilke ile sağlanmıştır/sağlanmaktadır. Türkiye’de yaşayan bir Alman vatandaşına aynı hak tanınmadığında o ülkenin insanlarımıza tanıdığı bu hakları ortadan kaldıracaktır. Bu hakları Avrupa’da kazanmak için yürüttüğümüz 10.000’den fazla dava da ve onların müspet sonuçları da ortadan kalkacaktır. Bunu kim isteyebilir veya daha doğru bir ifadeyle kim istemektedir!
2. Katma Protokol ve Mevcudu Koruma Ne Söylüyor?
- A(E)T/AB Türkiye Hukuku’nda Özellikle Katma Protokol’de
İlgili Maddeler
1963 yılında Türkiye ve o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında imzalanan “Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması)” hem Türkiye hem de Avrupa (Ekonomik) Toplulukları/Birliği (AET/AB) üye devletleri için bağlayıcı nitelikte bir antlaşmadır. Bu nitelik; antlaşmadan doğan zorunlulukları ve verilen hakları taraflar için uygulama zorunluluğu getirir. Peki bu antlaşma kira davaları, yani genel anlamıyla hizmet alımı ve sunumu konusunda ne demektedir?
Ankara Antlaşması Türkiye’nin Avrupa (Ekonomik) Toplulukları/Birliği üyeliği için atılan ilk adımdır. Bu antlaşma ile, temel hüküm mevcudun geriye doğru kötüleştirilmesinin önündeki engelleri aşamalı olarak kaldırılması öngörülmüştür. 1973 yılında bu temel antlaşmaya eklenen ve onun ayrılmaz bir parçası olan “Katma Protokol” ile bu hükümler 41. madde ile açık ve anlaşılır bir dille ifade edilmiştir. Bu maddeye göre, hakların geriye doğru kötüleştirilemeyeceği ilkesinin altı herkesin anlayabildiği bir dille ifade edilmiştir. Buna göre;
“Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.”
Bir başka ifadeyle, geriye doğru kötüleştirme yasaklanmıştır. Bu hizmet sunumu ve alımı içinde yer alan kira konusunu da kapsamaktadır. Buna benzer olarak; Roma antlaşmasının 53. maddesi yorum bırakmaksızın der ki;
“Üye devletler kendi topraklarında diğer üye devletler uyruklarının yerleşme hakkına kısıtlamalar getiremezler”.
Türkiye’de yaşayan bir Birlik Yurttaşı’nın ödediği kirayı geriye doğru kötüleştirmek bu ilkeyle bağdaşmamaktadır.
Bu iki hüküm, taraf devletlerin entegrasyon sürecini başarıyla yürütebilmesi için başat etken olarak algılanmalıdır. Ayrıca, hukukun üstünlüğü açısından antlaşmalara taraf ülkelerin uyması gereken başlıca kuraldır. Buna örnek olarak; 1974 yılında verilen “Heagaman” kararına bakıldığında; Yunanistan ile yapılan Ankara Anlaşması ile aynı niteliklere sahip Atina Antlaşması Topluluk hukukunun parçası olduğu ATAD tarafından teyit edildiği görülebilir. Bu açıdan Ankara Antlaşması da aynı şekilde Topluluk Hukuku’nun bir parçasıdır.
ATAD’ın yetkisini ve Türkiye ile yapılan Ortaklık Antlaşmasının Topluluk Hukuku’nun ayrılmaz bir parçası olduğunu görebilmemiz için Heagaman’dan 13 yıl sonra verilen Demirel Kararı’nı ve/veya 1989’daki Yunanistan’ın Komisyon’a karşı açtığı davanın kararını beklemek gerekiyordu.
AB-Türkiye ilişkilerini oluşturan birincil hukukun, Ankara Antlaşması ve Katma Protokol, Atina Antlaşması gibi, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu 1990 tarihli Sevince Kararı ile organ kararlarının (ör: Ortaklık Konseyi Kararları gibi) yine Avrupa Hukuku’nun ayrılmaz bir bütünü olduklarını mahkeme teyit ediyordu. 1990 yılında verilen Salih Zeki Sevince kararında ATAD, AET ile Türkiye arasında yapılan Ankara Antlaşması ve eklerinin niteliğinin Avrupa Topluluklarının doğrudan uygulamakla yükümlü olduğu anlaşmalardan olduğu belirtmiştir. Böylece ATAD tarafından Ortaklık Antlaşmalarının Topluluk Hukuku’nun ayrılmaz parçası olduğu vurgulanmıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi hukukun üstünlüğü ilkesi ışığında ve Ortaklık antlaşmalarının doğrudan bağlayıcı niteliğiyle kazanılmış haklarımızı özgürce kullanabilmemiz gerekmektedir. Yine de Katma Protokolün 41/1 maddesinde bahsedilen “geçmiş tarihte kazanılan bir hakkın o tarihten başlamak kaydıyla geriye doğru kötüleştirilemeyeceği ilkesi” yani “Standstill Clause” günümüzün Avrupa Birliği üye ülkeleri tarafından da dikkate alınmaktadır. Bu hüküm geriye doğru kötüleştirmelerin yapılamayacağını garanti altına almakla kalmayıp, daha sonra yürürlüğe girmesi mümkün olabilecek kötüleştirme yasalarının da uygulanamayacağını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Sonuç olarak yukarıda sıralanan sebepler göz önüne alındığında, çeşitli davalar sadece bir vatandaşın bir konuyla ilgili bir sorunu olmaktan ziyade, bundan sonraki süreçte Türk vatandaşlarının ve Türkiye’de yaşayan Birlik Yurttaşlarının Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’deki edinmiş hakları konusunda nasıl bir yol izleneceği ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında davalar ve elde edilen sonuçlar son derece önemlidir. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’deki sarih maddeler varken ve bundan önce yine yukarıda belirttiğimiz gibi ATAD kararları yoruma mahal vermeyecek şekilde ortada iken Türkiye tarafından bu konularda kendi vatandaşının yanında Birlik Yurttaşları aleyhine verilen menfi kararların hukukun üstünlüğünü zedeleyeceği ve böyle bir kararın ATAD’ın ulus üstü ve tarafsız olma ilkesine gölge düşüreceği açıktır. Bizi bu kaygıya iten genelde hizmet sunumu anlamına gelen kira konusunda mahkemelerimizin verdiği kararlardır. Umuyoruz ki bu gibi hukuki temelden yoksun davalardan çıkacak sonuçlar hukukun üstünlüğü ilkesine zarar vermeden ve uluslararası bir soruna dönüşmeden yürüklükten kaldırılacaklardır.
- Avrupa Birliği Adalet Divanı Mevcudu Koruma Konusunda Ne Diyor ve Geriye Doğru Kiraya Zam Yapma
Topluluk/Birlik Hukuku merkezi Lüksemburg’da bulunan Avrupa Toplulukları/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) ve İlk Derece Mahkemesi tarafından yorumlanmaktadır. Topluluk Müktesebatının uygulanmasında çıkan ihtilafların çözümünde ATAD/ABAD kendisine başvurulması gerekli en yüksek ve AB üye ülkelerinin en son başvurabilecekleri yargı merciidir. Türklerin de ve ülkemizde yaşayan Birlik Yurttaşlarının da bu ulusüstü yetkilerle donatılmış mahkemeye başvurma hakları bulunmaktadır. ABAT/ATAD’ın, ayrıca AB üye ülke mahkemelerinin başvurularıyla açılan davalara bakma ve bu yolla Avrupa Hukuki normlarını yorumlanmasını ve uygulamasını ulus devletlerin mahkemeleri yoluyla sağlama (Önkarar davası) görevi de bulunmaktadır.
ATAD/ABAD Avrupa bütünleşmesini sağlayan kurucu antlaşmalar yanında bu Toplulukla/Birlikle Tam üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşmaların (1961 tarihli Atina ve 1963 tarihli Ankara Antlaşması gibi) yorumunu da yapmaktadır. Yani yapılan Antlaşmalar çerçevesinde Türkiye’ye dönük bağlayıcı kararlar almaktadır. Ayrıca, Türkiye ile akdedilen bu antlaşmaya ek olarak yayınlanan mevcut protokolleri ve akit tarafların oluşturdukları kurumların [A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi gibi] aldıkları Ortaklık Konseyi kararlarını da yorumlanmasını ve uygulanmasının sağlanmasını da kendi görev ve yetkisi içinde mütalaa etmiştir. Maalesef hukuk dünyası bu gerçekleri görmezlikten gelmeye çalışmaktadır. Bu beyhude bir uğraşıdır ve ulusal çıkarlarımızla bağdaşmamaktadır.
ATAD/ABAD tarafından Türk vatandaşlarının Avrupa Hukuku’ndan doğan haklarını kullanabilmeleri için Birlik üye ülkelerinin en yüksek ve en son yargı mercii olan Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) tarafından şimdiye kadar 60’ın üstünde karar verilmiştir. Bunların bilinmemesi için özel bir gayret sarf edilmektedir. Verdiği kararlar ulusüstü/supranational olan, davanın açıldığı devlete bakılmaksızın tüm üye ülkeleri ve bu arada Türkiye’yi de (kısmi üyelik statüsünde olması hesabiyle) bu nedenle bağlayan, ulusal yasalarla çatıştığında onların hükümlerini ikame eden ve nihayet üye ülkelerin ve ülkemizin bire bir uygulamaları gerekli olan bu kararlar yoluyla etkin bir içtihat hukuku oluşturulmuştur. Bu karaların en önemlileri için bkz. ATAD’ın 30.9.1987 tarih ve C-12/86 sayılı DEMİREL kararı. Demirel kararı ile ATAD Türk vatandaşlarının AB hukukundan doğan haklarıyla ilgili olarak ilk kez böyle bir karar vermiştir. Böylece Topluluk ve Türkiye arasındaki Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (1963 tarihli Ankara Antlaşması) ve 1973 tarihli Katma Protokol ve diğer düzenlemeler hakkında bütün üye ülkeleri bağlayacak bir yorum yolu açılmıştır. O tarihlerde bu davanın devrim niteliğindeki bu boyutu toplumumuzun ilgili birimlerinin hemen hemen hepsinin hiç ilgisini çekmemiştir. 1961 tarihli Yunanistan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki Atina Antlaşması için benzeri karar 1974 yılındaki Haegeman kararıdır. Bu karar Türkiye’de hep göz ardı edilmiştir. Bu görmemezliğin maliyeti toplumumuza çok büyük olmuştur ve bu göz ardı etme ülkemizin üyeliğinin önünü tıkamıştır. Mevcudu Koruma veya Geriye Doğru Kötüleştirme Yasağı konusu yanında ATAD/ABAD aynı zamanda A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi kararlarını da yorumlanması ve uygulan-masının sağlanması davalarını da kendi görev ve yetkisi içinde mütalaa etmiştir. Bunun için bkz.
- Yunanistan Komisyon Kararı 1974, Yunanistan Zirve Kararı,
- SEVİNCE Davası ve ATAD’ın 20.9.1990 tarih ve C-192/89 sayılı kararı,
- KUŞ Davası ve ATAD’ın 16.12.1992 tarih ve C-237/91 sayılı kararı,
- EROĞLU Davası ve ATAD’ın 5.10.1994 tarih ve C-355/93 sayılı kararı,
- BOZKURT Davası ve ATAD’ın 6.6.1995 tarih ve C-434/93 sayılı kararı,
- TETİK Davası ve ATAD’ın 23.1.1997 tarih ve C-171/95 sayılı kararı,
- KADIMAN Davası ve ATAD’ın 17.4.1997 tarih ve C-351/95 sayılı kararı,
- EKER Davası ve ATAD’ın 29.5.1997 tarih ve C-386/95 sayılı kararı,
- KOL Davası ve ATAD’ın 5.6.1997 tarih ve C-285/95 sayılı kararı,
- GÜNAYDIN Davası ve ATAD’ın 30.9.1997 tarih ve C-36/96 sayılı kararı,
- AKMAN Davası ve ATAD’ın 19.11.1998 tarih ve C-210/97 sayılı kararı,
- BİRDEN Davası ve ATAD’ın 26.11.1998 tarih ve C-1/97 sayılı kararı,
- ERGAT Davası ve ATAD’ın 16.3.2000 tarih ve C-329/97 sayılı kararı,
- EYÜP Davası ve ATAD’ın 22.6.2000 tarih ve C-65/98 sayılı kararı,
- KURZ Davası ve ATAD’ın 19.11.2002 tarih ve C-188/00 sayılı kararı,
- AYAZ Davası ve ATAD’ın 30.9.2004 tarih ve C-275/02 sayılı kararı,
- SEDEF Davası ve ATAD’ın 10.01.2006 tarih ve C-230/03 sayılı kararı,
- TORUN Davası ve ATAD’ın 16.02.2006 tarih ve C-502/04 sayılı kararı,
- GÜZELİ Davası ve ATAD’ın 26.10.2006 tarih ve C-4/05 sayılı kararı.
Bu kararlar AB üye ülkelerinde kullanılan 24 dille tercüme edilmişlerdir. Bu dillerin herhangi birinde bu kararlara uluşmak için bkz. Kaynakça: ABAD’in Web Sayfası: https://curia.europa.eu/jcms/upload/docs/application/pdf/2017-03/ra_2016_de.pdf .
Bu kararların Türkçe analizleri Gümrükçü tarafından yapılmıştır. Bunlar için bkz. Gümrükçü. Gümrükçü, H., 2002: Türkiye ve Avrupa Birli-ği. İlişkinin Unutulan Yönleri, Dünü ve Bugünü, Hamburg/İstanbul, s. 215-411 arası.
Bu kararların ışığı altında bazı hukuk bilgisi düşük/eksik hakimler ve devletin bazı bilgisiz resmî kurumları şu konularda aşağıda sıralanan maddelerdeki kararları vermektedirler:
- Üzerinde tarihi olmayan bir Tahliye Taahhütnamesi varsa 14 sene sonraki tarih atılarak geçerlidir sonucuna hâkim nasıl varıyor. Bu arada kira sözleşmesi 14 kez kira artırma yoluyla değiştiğinden bu imzanın bağlayıcılığı ilk kira yükseltmesine kadar geçerlidir. Kaldı ki hilei şer yoluna başvurularak bir hak elde edilmişse o hak geçerli olmaz. Bu konuda ABAD/ADAT’ın verdiği Suat KOL kararı vardır. (Karar için bkz. KOL Davası ve ATAD’ın 5.6.1997 tarih ve C-285/95 sayılı kararı). Bu karara göre Bay Kol Almanya’da kalmak için bir Alman vatandaşıyla hileli evlilik yapmıştır. Bu evliliğe dayanarak oturma ve çalışma izni almıştır. Dört yıl sonra bu durum ortaya çıkınca Almanya’dan ATAD/ABAD’ın verdiği bir mahkeme kararıyla sınır dışı edilmiştir.
- Ev sahibi evini kiralarken bir aylık depozit almıştır. Kiracı 14 yıl sonra evden ayrılınca bu depozit ev sahibi tarafından son kira üzerinden hesaplanmıştır/hesaplanmaktadır. Mademki kiralar yükseltilmeliydi o zaman bu depozit miktarının da aynı oranda yükseltilmesi gerekmez miydi? Burada da birleşik faiz oranları baz alınması gerekmez miydi/gerekmez midir? Geriye doğru depozit meblağı yükseltilmediğine göre, ev sahibinin de böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Ev sahibi her konuyu keser gibi kendi lehine yontarken, burada hukuk nerede durmalıdır? Durmuyorsa bir sorun yok mu? Hakimler karar vermeden önce bu sorulara cevap aramaları gerekmez mi?
- Ev sahibi dairede yapması gerekli masrafları kiracıya yüklemişse ve bu masraflar kiranın bir parçası kabul edilmişse, o zaman hesap yapılırken bu masraflar hesaptan düşürülmemişse, hâkim bu gerçeği nasıl görmemezlikten gelmektedir.
- Ev sahipleri kiralarını yükseltmek için kiracılarını çıkartıyorlar. Dünyanın her yerinde uzun süre evde oturan kiracıya daha fazla güven verilir. Türkiye’deki uygulama bunun tam tersidir. 10 yıllık kiracı olmanızla tüm haklarınızı kaybediyorsunuz. Hangi mantıkla böyle kira hukuku oluşmuştur. Sosyal devlet ilkesi burada nerededir? Mal sahibinin hiç sorumluluğu yok mudur? Bu uygulama enflasyonu tetikleyen faktörlerden biri olduğuna göre, devletin ilgili birimleri neden buna göz yumuyor ve hatta İcra Daireleri buna neden çanak tutuyorlar.
- Mahkeme bu konularda karar verirken avukatınızı bilgilendirmiyor. Dolayısıyla savunma hakkınız önlenmiş oluyor. Avukatı bilgilendirmeden bir mahkeme nasıl olurda karar verebilir? Böyle kararlar veren hâkimin/hakimlerin dosyasına/dosyalarına gerekli ikazlar neden yazılmıyor? Böyle ortaya çıkan bir kararla haciz işlemi nasıl yapılabiliyor? Hacizce gidilmeden neden ilgili kişi bilgilendirilmiyor ve makul bir süre tanınmıyor?
- Evi kiralama esnasında bir Tahliye taahhütnamesi imzalanmışsa ve kirayı banka hesabı üzerinden düzenli ödemiş olunması dahi mal sahibinin kirayı geriye doğru artırma hakkının olduğuna Yargıtay’ın hükmetmiş olması büyük bir fahiş hatadır. Bu kararın hemen düzeltilmesi gerekmektedir.
3 Mevcudu Koruma ile Geriye Doğru kiraya zam yapma ve Türkiye’de Yaşayan Birlik Yurttaşları ve de Birleşik Faizle Hesap Çıkartma Ne Anlama Geliyor?
Avrupa Birliği üye ülkelerindeki yaşayan vatandaşlarımızın konumu mevcudu koruma ilkesiyle sağlamlaştırılmış ve garanti altına alınmıştır. Türkiye ülkesindeki hukuki bilgi seviyesi düşük hakimlerle bu ilkeyi ülkemizde yaşayan AB Üyesi Birlik Yurttaşlarına karşı göz ardı ettiğinde onlarda yıllarca yıl uğraş vererek sağladığımız bu hakları ortadan kaldıracaklardır. Öyle bir gelişmeye ışık tutmak istiyor muyuz sorusu cevaplandırılmalıdır. İleriki aylarda nur topu gibi büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış oluruz. Şimdiden söylemesi bizden olsun!
- Yurtdışı Türklerine Dönük İcra Dairelerinin Konumu
Türkiye’deki bazı icra daireleri mahkeme kararı olmadan da icra yoluna gitmektedirler. Bu bilginin bağlı olduğunuz muhtara ulaşması yeterli görülmektedir. Örneğin geriye doğru kirayı yükselten bir ev sahibi sözde teknik bir raporla sizin 20.000TL borcunuz karşılığından tüm mal varlıklarınıza, arabanıza, banka hesaplarınıza icra koyabiliyor. İcra miktarıyla icra konulan mal varlıklarınız arasında bir oran bulunmamaktadır. Haberiniz olmadan milyonluk değerindeki mallarınız çok ucuza satılabilinmektedir. Haberinizin olması da gerekmiyor. Bu sadece bize has bir uygulama olmalıdır!
- İcra Miktarını İcra Dairesi mi Belirliyor?
İcrayı devletin İcra Dairesi koyduğuna göre icranın miktarını ve bu miktar ödendiğinde kaldırılma görevi de onda olması gerekmektedir. Her makul insanın düşündüğü yol budur. Ancak örneğimiz buna hiç uymamaktadır. İcra dairesinin ilk koyduğu icra bedeli banka hesaplarında bilirkişinin ortaya attığı bedelin üç katı üstündedir. Yani Mal sahibinin avukatının da istediğinin çok üstündedir. Nasıl hesaplandığına dair bir bilgi verilmemektedir. Daha sonra bu meblağ maaşa konulan icra miktarında yarıya kadar düşürtülüyor. Ondan sonra da 10.000TL daha aşağıya çekiliyor. Arkasından 205Tl daha artırılıyor. Yetmiyor 5.600TL gibi bir daha artırılıyor. İcra Dairesi koyduğu icra miktarını/miktarlarını ve nedenlerini bilmiyor. Mal sahibinin avukatının istediği rakamlara göre icra bedelini azaltıyor veya artırıyor gibi bir işlem yapıyor. O zaman bu devlet dairesi kamu yararını göz ardı edebilecek bir avukatın emrinde çalışanı mıdır sorusunu sormak gerekiyor.
- Borcunuzu Ödediğinizde İcra Kalkıyor mu?
Haberiniz olmadan arabanıza, gelirlerinize, her türlü banka hesaplarınıza örneğin 20.000TL bir icra kondu. Siz bu meblağı bankadan gidip ödediniz. İcra bu durumda kalkıyor mu? Hayır kalkmıyor. Elinizdeki ödediğiniz makbuzla icra dairesine gidiyorsunuz ve bu meblağı ödediğinizi gösteren banka meblağını masaya koyuyorsunuz? Bir fotokopisini alıp veriyorsunuz? Tüm bunlar yeterli midir? Hayır yeterli değildir. İcra dairesi sizden iki defa daha toplamda 205TL iki değişik hesaba yatırmanızı istiyor? Gidip ödüyorsunuz. İş bitmiş midir? Öyle zannediyorsunuz? İcra yine kalkmıyor. Karşı tarafın avukatına soruyorsunuz? İcra neden kalkmıyor. İcra dairesinin istediği tüm paraları ödedim diyorsunuz. Gelen cevap onların dışında da örneğin üç bin lira daha borç var diyor. Onu da ödüyorsunuz. Yine icra kalkmıyor. Bu sefer icranın kalkması için çalmadık kapı bırakmıyorsunuz? Yine icrayı kaldıramıyorsunuz? Bu dosyanın bir avukat tarafından takıp edilmesi gerekiyor. Yoksa bir yerlerde konulan icranın izi kalıyor. İcrayı koyan devlet dairesi ayni cengâverliği icrayı kaldırmada göstermiyor. Bu ne biçim bir hizmet anlayışıdır sorusuna ilgili daire/daireler kamuoyunu tatmin edecek bir cevap vermelidirler!
Yoksa kurumlarımıza olan güven her gün biraz daha azalmaktadır. Bu durumda ülkemizin menfaatlerine zarar vermek isteyenlere yaramaktadır. Her kurum kendi içindeki bu gibi çürük elmaları temizlemelidir ki, ülkemizin bu durumlardan ulusal çıkarları zarar görmesin.
Bu ümitle …
Prof. Dr. Harun GÜMRÜKÇÜ (harung2030@gmail.com ) Tel.: +905058314105
Kira Konusunda Olağandışı Gelişmeler ve Ekonomik Konulu Davalarda Hukuken Yapılan Fahiş Hatalar
- Mevcudu Koruma ile Geriye Doğru kiraya zam yapma ve Birleşik Faizle Hesap Çıkartma Bağdaşır mı?
Hukukun temel direği mevcudu koruma veya başka bir deyimle geriye doğru kötüleştirme yasağıdır. Türkiye’de son derece hızlı artan enflasyon oranlarını fırsata çevirmek isteyen ev sahipleri; kiracılarıyla senelerdir anlaşma yapmış oldukları oranda arttırılmış kira bedelini yetersiz bulmaktadırlar. Mal sahipleri 10, 12, hatta 14 yıldır düzenli ödenen bu kira bedelinin yanında, geriye dönük zam farkı istemektedirler. Bu isteğe göre, yapılan kira artışları süregelen yıllarda “yeterince!” yüksek olmadığı görüşüne dayandırılarak ve bu durumun 14 yıl sonra anlaşıldığı ileri sürülmektedir. Ayrıca, bu zam farklarına ilave birleşik faiz oranlarıyla hesap çıkartarak çok yüksek bir meblağın ödenmesini talep etmektedirler. Bu rakam genelde 30 bin ile 70 bin lira arasında değişmektedir. Mahkemeler bu gibi davalarda sizin avukatınıza, dosyanızda avukata verdiğiniz vekaletname olsa bile, bilgi vermeden, (avukatların iddiaları bu doğrultudadır.) aleyhinize karar vererek tüm mallarınıza ve banka hesaplarınıza bilginiz olmadan el koymaktadırlar.
Son 15 yıla kadar “geriye dönük zaman için ekstra zam artışı yapılır mı?” sorusu aynı zamanda mevcudu koruma hakkıyla iç içe geçmiş olan temel hukuki bir ilkedir. Bu ilkeyi çiğnemek, hukuku temelden inkâr etmek anlamına gelmektedir. Dolayısıyla mahkemelere açılmış veya açılacak bu gibi davaları hakemlerin hemen geri çevirmeleri gerekmektedir. Zaman zaman, hakemlerin verdikleri kararlar sebebiyle bu temel ilke zedelenmektedir. Ayrıca, bu ulusal hukukla bağdaşmayan kararlar sebebiyle; yurtdışında yaşayan vatandaşlarımızın bilgileri olmadan mallarına haciz koyularak zor durumda bırakılmaktadırlar. Bunun ahlaki bakışla ve iyi niyet ilkesiyle bağdaşmadığı ulusal düzeyde ortaya koyulmalıdır. Bunun için sayısı yüzü aşan hukuk fakültelerimizin devreye girerek ülkemizin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan bu uygulamayı durduracak görüşler geliştirmelidirler. Bu gibi hukuki temel ilkeden uzak karar veren hakemler, Yüksek Hakemler Kurulu tarafından mercek altına alınmalıdırlar. Onların gerekçeleri iyi okunmalıdır. İlerleyen süreçlerde topluma verecekleri zararın ancak bu şekilde önüne geçilebilir. Barolar, böyle uygulamaların durdurulmasında ve üyelerinin bu gibi uygulamalar ile ilgili bilgilendirilmesinde aktif rol oynamalıdır. Bu konudaki başvurular mesleğini hukukun üstünlüğünü koruma geçerliliği ilkesi doğrultusunda yürüten avukatlar tarafından reddedilmektedir. Bu temel ilkeye uymayan diğer kesimde bulunan diplomalı! avukatlarda barolarca uyarılmalıdır. Bu alanlardaki hukuki temel ilkelerden hareket etmeyen bazı avukatlar ve hakimler olduğuna göre onların ülkemizin ulusal çıkarlarıyla bağdaşmayan bu görüşlerine dur denilmelidir. Bu yazıda geriye dönük kötüleştirme yasağı herkesçe genel geçer bir tanımlama olması yanında uluslararası hukuk normlarıyla da desteklendiği ortaya koyulacaktır.
Bu sebepten ötürü, basit cümlelerle ve yazıyı dipnotlarla boğmadan özellikle yurtdışında yaşayan insanlarımızı bilgilendirmek adına bu konu kamuoyumuzun bilgisine sunulmaktadır. Unutmamak gerekir ki, Avrupa’da yaşayan ve sayıları 5 milyon civarında olan insanlarımızın Hukuki Güvenceliği bu ilke ile sağlanmıştır/sağlanmaktadır. Türkiye’de yaşayan bir Alman vatandaşına aynı hak tanınmadığında o ülkenin insanlarımıza tanıdığı bu hakları ortadan kaldıracaktır. Bu hakları Avrupa’da kazanmak için yürüttüğümüz 10.000’den fazla dava da ve onların müspet sonuçları da ortadan kalkacaktır. Bunu kim isteyebilir veya daha doğru bir ifadeyle kim istemektedir!
2. Katma Protokol ve Mevcudu Koruma Ne Söylüyor?
- A(E)T/AB Türkiye Hukuku’nda Özellikle Katma Protokol’de
İlgili Maddeler
1963 yılında Türkiye ve o zamanki ismiyle Avrupa Ekonomik Topluluğu arasında imzalanan “Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (Ankara Antlaşması)” hem Türkiye hem de Avrupa (Ekonomik) Toplulukları/Birliği (AET/AB) üye devletleri için bağlayıcı nitelikte bir antlaşmadır. Bu nitelik; antlaşmadan doğan zorunlulukları ve verilen hakları taraflar için uygulama zorunluluğu getirir. Peki bu antlaşma kira davaları, yani genel anlamıyla hizmet alımı ve sunumu konusunda ne demektedir?
Ankara Antlaşması Türkiye’nin Avrupa (Ekonomik) Toplulukları/Birliği üyeliği için atılan ilk adımdır. Bu antlaşma ile, temel hüküm mevcudun geriye doğru kötüleştirilmesinin önündeki engelleri aşamalı olarak kaldırılması öngörülmüştür. 1973 yılında bu temel antlaşmaya eklenen ve onun ayrılmaz bir parçası olan “Katma Protokol” ile bu hükümler 41. madde ile açık ve anlaşılır bir dille ifade edilmiştir. Bu maddeye göre, hakların geriye doğru kötüleştirilemeyeceği ilkesinin altı herkesin anlayabildiği bir dille ifade edilmiştir. Buna göre;
“Akit taraflar, aralarında yerleşme hakkı ve hizmetlerin serbest edinimine yeni kısıtlamalar koymaktan sakınırlar.”
Bir başka ifadeyle, geriye doğru kötüleştirme yasaklanmıştır. Bu hizmet sunumu ve alımı içinde yer alan kira konusunu da kapsamaktadır. Buna benzer olarak; Roma antlaşmasının 53. maddesi yorum bırakmaksızın der ki;
“Üye devletler kendi topraklarında diğer üye devletler uyruklarının yerleşme hakkına kısıtlamalar getiremezler”.
Türkiye’de yaşayan bir Birlik Yurttaşı’nın ödediği kirayı geriye doğru kötüleştirmek bu ilkeyle bağdaşmamaktadır.
Bu iki hüküm, taraf devletlerin entegrasyon sürecini başarıyla yürütebilmesi için başat etken olarak algılanmalıdır. Ayrıca, hukukun üstünlüğü açısından antlaşmalara taraf ülkelerin uyması gereken başlıca kuraldır. Buna örnek olarak; 1974 yılında verilen “Heagaman” kararına bakıldığında; Yunanistan ile yapılan Ankara Anlaşması ile aynı niteliklere sahip Atina Antlaşması Topluluk hukukunun parçası olduğu ATAD tarafından teyit edildiği görülebilir. Bu açıdan Ankara Antlaşması da aynı şekilde Topluluk Hukuku’nun bir parçasıdır.
ATAD’ın yetkisini ve Türkiye ile yapılan Ortaklık Antlaşmasının Topluluk Hukuku’nun ayrılmaz bir parçası olduğunu görebilmemiz için Heagaman’dan 13 yıl sonra verilen Demirel Kararı’nı ve/veya 1989’daki Yunanistan’ın Komisyon’a karşı açtığı davanın kararını beklemek gerekiyordu.
AB-Türkiye ilişkilerini oluşturan birincil hukukun, Ankara Antlaşması ve Katma Protokol, Atina Antlaşması gibi, Avrupa Hukuku’nun bir parçası olduğu 1990 tarihli Sevince Kararı ile organ kararlarının (ör: Ortaklık Konseyi Kararları gibi) yine Avrupa Hukuku’nun ayrılmaz bir bütünü olduklarını mahkeme teyit ediyordu. 1990 yılında verilen Salih Zeki Sevince kararında ATAD, AET ile Türkiye arasında yapılan Ankara Antlaşması ve eklerinin niteliğinin Avrupa Topluluklarının doğrudan uygulamakla yükümlü olduğu anlaşmalardan olduğu belirtmiştir. Böylece ATAD tarafından Ortaklık Antlaşmalarının Topluluk Hukuku’nun ayrılmaz parçası olduğu vurgulanmıştır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi hukukun üstünlüğü ilkesi ışığında ve Ortaklık antlaşmalarının doğrudan bağlayıcı niteliğiyle kazanılmış haklarımızı özgürce kullanabilmemiz gerekmektedir. Yine de Katma Protokolün 41/1 maddesinde bahsedilen “geçmiş tarihte kazanılan bir hakkın o tarihten başlamak kaydıyla geriye doğru kötüleştirilemeyeceği ilkesi” yani “Standstill Clause” günümüzün Avrupa Birliği üye ülkeleri tarafından da dikkate alınmaktadır. Bu hüküm geriye doğru kötüleştirmelerin yapılamayacağını garanti altına almakla kalmayıp, daha sonra yürürlüğe girmesi mümkün olabilecek kötüleştirme yasalarının da uygulanamayacağını net bir şekilde ortaya koymuştur.
Sonuç olarak yukarıda sıralanan sebepler göz önüne alındığında, çeşitli davalar sadece bir vatandaşın bir konuyla ilgili bir sorunu olmaktan ziyade, bundan sonraki süreçte Türk vatandaşlarının ve Türkiye’de yaşayan Birlik Yurttaşlarının Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’deki edinmiş hakları konusunda nasıl bir yol izleneceği ile ilgilidir. Bu açıdan bakıldığında davalar ve elde edilen sonuçlar son derece önemlidir. Yine yukarıda belirttiğimiz gibi Ankara Antlaşması ve Katma Protokol’deki sarih maddeler varken ve bundan önce yine yukarıda belirttiğimiz gibi ATAD kararları yoruma mahal vermeyecek şekilde ortada iken Türkiye tarafından bu konularda kendi vatandaşının yanında Birlik Yurttaşları aleyhine verilen menfi kararların hukukun üstünlüğünü zedeleyeceği ve böyle bir kararın ATAD’ın ulus üstü ve tarafsız olma ilkesine gölge düşüreceği açıktır. Bizi bu kaygıya iten genelde hizmet sunumu anlamına gelen kira konusunda mahkemelerimizin verdiği kararlardır. Umuyoruz ki bu gibi hukuki temelden yoksun davalardan çıkacak sonuçlar hukukun üstünlüğü ilkesine zarar vermeden ve uluslararası bir soruna dönüşmeden yürüklükten kaldırılacaklardır.
- Avrupa Birliği Adalet Divanı Mevcudu Koruma Konusunda Ne Diyor ve Geriye Doğru Kiraya Zam Yapma
Topluluk/Birlik Hukuku merkezi Lüksemburg’da bulunan Avrupa Toplulukları/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) ve İlk Derece Mahkemesi tarafından yorumlanmaktadır. Topluluk Müktesebatının uygulanmasında çıkan ihtilafların çözümünde ATAD/ABAD kendisine başvurulması gerekli en yüksek ve AB üye ülkelerinin en son başvurabilecekleri yargı merciidir. Türklerin de ve ülkemizde yaşayan Birlik Yurttaşlarının da bu ulusüstü yetkilerle donatılmış mahkemeye başvurma hakları bulunmaktadır. ABAT/ATAD’ın, ayrıca AB üye ülke mahkemelerinin başvurularıyla açılan davalara bakma ve bu yolla Avrupa Hukuki normlarını yorumlanmasını ve uygulamasını ulus devletlerin mahkemeleri yoluyla sağlama (Önkarar davası) görevi de bulunmaktadır.
ATAD/ABAD Avrupa bütünleşmesini sağlayan kurucu antlaşmalar yanında bu Toplulukla/Birlikle Tam üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşmaların (1961 tarihli Atina ve 1963 tarihli Ankara Antlaşması gibi) yorumunu da yapmaktadır. Yani yapılan Antlaşmalar çerçevesinde Türkiye’ye dönük bağlayıcı kararlar almaktadır. Ayrıca, Türkiye ile akdedilen bu antlaşmaya ek olarak yayınlanan mevcut protokolleri ve akit tarafların oluşturdukları kurumların [A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi gibi] aldıkları Ortaklık Konseyi kararlarını da yorumlanmasını ve uygulanmasının sağlanmasını da kendi görev ve yetkisi içinde mütalaa etmiştir. Maalesef hukuk dünyası bu gerçekleri görmezlikten gelmeye çalışmaktadır. Bu beyhude bir uğraşıdır ve ulusal çıkarlarımızla bağdaşmamaktadır.
ATAD/ABAD tarafından Türk vatandaşlarının Avrupa Hukuku’ndan doğan haklarını kullanabilmeleri için Birlik üye ülkelerinin en yüksek ve en son yargı mercii olan Avrupa Topluluğu/Birliği Adalet Divanı (ATAD/ABAD) tarafından şimdiye kadar 60’ın üstünde karar verilmiştir. Bunların bilinmemesi için özel bir gayret sarf edilmektedir. Verdiği kararlar ulusüstü/supranational olan, davanın açıldığı devlete bakılmaksızın tüm üye ülkeleri ve bu arada Türkiye’yi de (kısmi üyelik statüsünde olması hesabiyle) bu nedenle bağlayan, ulusal yasalarla çatıştığında onların hükümlerini ikame eden ve nihayet üye ülkelerin ve ülkemizin bire bir uygulamaları gerekli olan bu kararlar yoluyla etkin bir içtihat hukuku oluşturulmuştur. Bu karaların en önemlileri için bkz. ATAD’ın 30.9.1987 tarih ve C-12/86 sayılı DEMİREL kararı. Demirel kararı ile ATAD Türk vatandaşlarının AB hukukundan doğan haklarıyla ilgili olarak ilk kez böyle bir karar vermiştir. Böylece Topluluk ve Türkiye arasındaki Tam Üyeliğe Dönük Ön Üyelik Antlaşması (1963 tarihli Ankara Antlaşması) ve 1973 tarihli Katma Protokol ve diğer düzenlemeler hakkında bütün üye ülkeleri bağlayacak bir yorum yolu açılmıştır. O tarihlerde bu davanın devrim niteliğindeki bu boyutu toplumumuzun ilgili birimlerinin hemen hemen hepsinin hiç ilgisini çekmemiştir. 1961 tarihli Yunanistan ve Avrupa Ekonomik Topluluğu arasındaki Atina Antlaşması için benzeri karar 1974 yılındaki Haegeman kararıdır. Bu karar Türkiye’de hep göz ardı edilmiştir. Bu görmemezliğin maliyeti toplumumuza çok büyük olmuştur ve bu göz ardı etme ülkemizin üyeliğinin önünü tıkamıştır. Mevcudu Koruma veya Geriye Doğru Kötüleştirme Yasağı konusu yanında ATAD/ABAD aynı zamanda A(E)T/AB Türkiye Ortaklık Konseyi kararlarını da yorumlanması ve uygulan-masının sağlanması davalarını da kendi görev ve yetkisi içinde mütalaa etmiştir. Bunun için bkz.
- Yunanistan Komisyon Kararı 1974, Yunanistan Zirve Kararı,
- SEVİNCE Davası ve ATAD’ın 20.9.1990 tarih ve C-192/89 sayılı kararı,
- KUŞ Davası ve ATAD’ın 16.12.1992 tarih ve C-237/91 sayılı kararı,
- EROĞLU Davası ve ATAD’ın 5.10.1994 tarih ve C-355/93 sayılı kararı,
- BOZKURT Davası ve ATAD’ın 6.6.1995 tarih ve C-434/93 sayılı kararı,
- TETİK Davası ve ATAD’ın 23.1.1997 tarih ve C-171/95 sayılı kararı,
- KADIMAN Davası ve ATAD’ın 17.4.1997 tarih ve C-351/95 sayılı kararı,
- EKER Davası ve ATAD’ın 29.5.1997 tarih ve C-386/95 sayılı kararı,
- KOL Davası ve ATAD’ın 5.6.1997 tarih ve C-285/95 sayılı kararı,
- GÜNAYDIN Davası ve ATAD’ın 30.9.1997 tarih ve C-36/96 sayılı kararı,
- AKMAN Davası ve ATAD’ın 19.11.1998 tarih ve C-210/97 sayılı kararı,
- BİRDEN Davası ve ATAD’ın 26.11.1998 tarih ve C-1/97 sayılı kararı,
- ERGAT Davası ve ATAD’ın 16.3.2000 tarih ve C-329/97 sayılı kararı,
- EYÜP Davası ve ATAD’ın 22.6.2000 tarih ve C-65/98 sayılı kararı,
- KURZ Davası ve ATAD’ın 19.11.2002 tarih ve C-188/00 sayılı kararı,
- AYAZ Davası ve ATAD’ın 30.9.2004 tarih ve C-275/02 sayılı kararı,
- SEDEF Davası ve ATAD’ın 10.01.2006 tarih ve C-230/03 sayılı kararı,
- TORUN Davası ve ATAD’ın 16.02.2006 tarih ve C-502/04 sayılı kararı,
- GÜZELİ Davası ve ATAD’ın 26.10.2006 tarih ve C-4/05 sayılı kararı.
Bu kararlar AB üye ülkelerinde kullanılan 24 dille tercüme edilmişlerdir. Bu dillerin herhangi birinde bu kararlara uluşmak için bkz. Kaynakça: ABAD’in Web Sayfası: https://curia.europa.eu/jcms/upload/docs/application/pdf/2017-03/ra_2016_de.pdf .
Bu kararların Türkçe analizleri Gümrükçü tarafından yapılmıştır. Bunlar için bkz. Gümrükçü. Gümrükçü, H., 2002: Türkiye ve Avrupa Birli-ği. İlişkinin Unutulan Yönleri, Dünü ve Bugünü, Hamburg/İstanbul, s. 215-411 arası.
Bu kararların ışığı altında bazı hukuk bilgisi düşük/eksik hakimler ve devletin bazı bilgisiz resmî kurumları şu konularda aşağıda sıralanan maddelerdeki kararları vermektedirler:
- Üzerinde tarihi olmayan bir Tahliye Taahhütnamesi varsa 14 sene sonraki tarih atılarak geçerlidir sonucuna hâkim nasıl varıyor. Bu arada kira sözleşmesi 14 kez kira artırma yoluyla değiştiğinden bu imzanın bağlayıcılığı ilk kira yükseltmesine kadar geçerlidir. Kaldı ki hilei şer yoluna başvurularak bir hak elde edilmişse o hak geçerli olmaz. Bu konuda ABAD/ADAT’ın verdiği Suat KOL kararı vardır. (Karar için bkz. KOL Davası ve ATAD’ın 5.6.1997 tarih ve C-285/95 sayılı kararı). Bu karara göre Bay Kol Almanya’da kalmak için bir Alman vatandaşıyla hileli evlilik yapmıştır. Bu evliliğe dayanarak oturma ve çalışma izni almıştır. Dört yıl sonra bu durum ortaya çıkınca Almanya’dan ATAD/ABAD’ın verdiği bir mahkeme kararıyla sınır dışı edilmiştir.
- Ev sahibi evini kiralarken bir aylık depozit almıştır. Kiracı 14 yıl sonra evden ayrılınca bu depozit ev sahibi tarafından son kira üzerinden hesaplanmıştır/hesaplanmaktadır. Mademki kiralar yükseltilmeliydi o zaman bu depozit miktarının da aynı oranda yükseltilmesi gerekmez miydi? Burada da birleşik faiz oranları baz alınması gerekmez miydi/gerekmez midir? Geriye doğru depozit meblağı yükseltilmediğine göre, ev sahibinin de böyle bir hakkı bulunmamaktadır. Ev sahibi her konuyu keser gibi kendi lehine yontarken, burada hukuk nerede durmalıdır? Durmuyorsa bir sorun yok mu? Hakimler karar vermeden önce bu sorulara cevap aramaları gerekmez mi?
- Ev sahibi dairede yapması gerekli masrafları kiracıya yüklemişse ve bu masraflar kiranın bir parçası kabul edilmişse, o zaman hesap yapılırken bu masraflar hesaptan düşürülmemişse, hâkim bu gerçeği nasıl görmemezlikten gelmektedir.
- Ev sahipleri kiralarını yükseltmek için kiracılarını çıkartıyorlar. Dünyanın her yerinde uzun süre evde oturan kiracıya daha fazla güven verilir. Türkiye’deki uygulama bunun tam tersidir. 10 yıllık kiracı olmanızla tüm haklarınızı kaybediyorsunuz. Hangi mantıkla böyle kira hukuku oluşmuştur. Sosyal devlet ilkesi burada nerededir? Mal sahibinin hiç sorumluluğu yok mudur? Bu uygulama enflasyonu tetikleyen faktörlerden biri olduğuna göre, devletin ilgili birimleri neden buna göz yumuyor ve hatta İcra Daireleri buna neden çanak tutuyorlar.
- Mahkeme bu konularda karar verirken avukatınızı bilgilendirmiyor. Dolayısıyla savunma hakkınız önlenmiş oluyor. Avukatı bilgilendirmeden bir mahkeme nasıl olurda karar verebilir? Böyle kararlar veren hâkimin/hakimlerin dosyasına/dosyalarına gerekli ikazlar neden yazılmıyor? Böyle ortaya çıkan bir kararla haciz işlemi nasıl yapılabiliyor? Hacizce gidilmeden neden ilgili kişi bilgilendirilmiyor ve makul bir süre tanınmıyor?
- Evi kiralama esnasında bir Tahliye taahhütnamesi imzalanmışsa ve kirayı banka hesabı üzerinden düzenli ödemiş olunması dahi mal sahibinin kirayı geriye doğru artırma hakkının olduğuna Yargıtay’ın hükmetmiş olması büyük bir fahiş hatadır. Bu kararın hemen düzeltilmesi gerekmektedir.
3 Mevcudu Koruma ile Geriye Doğru kiraya zam yapma ve Türkiye’de Yaşayan Birlik Yurttaşları ve de Birleşik Faizle Hesap Çıkartma Ne Anlama Geliyor?
Avrupa Birliği üye ülkelerindeki yaşayan vatandaşlarımızın konumu mevcudu koruma ilkesiyle sağlamlaştırılmış ve garanti altına alınmıştır. Türkiye ülkesindeki hukuki bilgi seviyesi düşük hakimlerle bu ilkeyi ülkemizde yaşayan AB Üyesi Birlik Yurttaşlarına karşı göz ardı ettiğinde onlarda yıllarca yıl uğraş vererek sağladığımız bu hakları ortadan kaldıracaklardır. Öyle bir gelişmeye ışık tutmak istiyor muyuz sorusu cevaplandırılmalıdır. İleriki aylarda nur topu gibi büyük bir sorunla karşı karşıya kalmış oluruz. Şimdiden söylemesi bizden olsun!
- Yurtdışı Türklerine Dönük İcra Dairelerinin Konumu
Türkiye’deki bazı icra daireleri mahkeme kararı olmadan da icra yoluna gitmektedirler. Bu bilginin bağlı olduğunuz muhtara ulaşması yeterli görülmektedir. Örneğin geriye doğru kirayı yükselten bir ev sahibi sözde teknik bir raporla sizin 20.000TL borcunuz karşılığından tüm mal varlıklarınıza, arabanıza, banka hesaplarınıza icra koyabiliyor. İcra miktarıyla icra konulan mal varlıklarınız arasında bir oran bulunmamaktadır. Haberiniz olmadan milyonluk değerindeki mallarınız çok ucuza satılabilinmektedir. Haberinizin olması da gerekmiyor. Bu sadece bize has bir uygulama olmalıdır!
- İcra Miktarını İcra Dairesi mi Belirliyor?
İcrayı devletin İcra Dairesi koyduğuna göre icranın miktarını ve bu miktar ödendiğinde kaldırılma görevi de onda olması gerekmektedir. Her makul insanın düşündüğü yol budur. Ancak örneğimiz buna hiç uymamaktadır. İcra dairesinin ilk koyduğu icra bedeli banka hesaplarında bilirkişinin ortaya attığı bedelin üç katı üstündedir. Yani Mal sahibinin avukatının da istediğinin çok üstündedir. Nasıl hesaplandığına dair bir bilgi verilmemektedir. Daha sonra bu meblağ maaşa konulan icra miktarında yarıya kadar düşürtülüyor. Ondan sonra da 10.000TL daha aşağıya çekiliyor. Arkasından 205Tl daha artırılıyor. Yetmiyor 5.600TL gibi bir daha artırılıyor. İcra Dairesi koyduğu icra miktarını/miktarlarını ve nedenlerini bilmiyor. Mal sahibinin avukatının istediği rakamlara göre icra bedelini azaltıyor veya artırıyor gibi bir işlem yapıyor. O zaman bu devlet dairesi kamu yararını göz ardı edebilecek bir avukatın emrinde çalışanı mıdır sorusunu sormak gerekiyor.
- Borcunuzu Ödediğinizde İcra Kalkıyor mu?
Haberiniz olmadan arabanıza, gelirlerinize, her türlü banka hesaplarınıza örneğin 20.000TL bir icra kondu. Siz bu meblağı bankadan gidip ödediniz. İcra bu durumda kalkıyor mu? Hayır kalkmıyor. Elinizdeki ödediğiniz makbuzla icra dairesine gidiyorsunuz ve bu meblağı ödediğinizi gösteren banka meblağını masaya koyuyorsunuz? Bir fotokopisini alıp veriyorsunuz? Tüm bunlar yeterli midir? Hayır yeterli değildir. İcra dairesi sizden iki defa daha toplamda 205TL iki değişik hesaba yatırmanızı istiyor? Gidip ödüyorsunuz. İş bitmiş midir? Öyle zannediyorsunuz? İcra yine kalkmıyor. Karşı tarafın avukatına soruyorsunuz? İcra neden kalkmıyor. İcra dairesinin istediği tüm paraları ödedim diyorsunuz. Gelen cevap onların dışında da örneğin üç bin lira daha borç var diyor. Onu da ödüyorsunuz. Yine icra kalkmıyor. Bu sefer icranın kalkması için çalmadık kapı bırakmıyorsunuz? Yine icrayı kaldıramıyorsunuz? Bu dosyanın bir avukat tarafından takıp edilmesi gerekiyor. Yoksa bir yerlerde konulan icranın izi kalıyor. İcrayı koyan devlet dairesi ayni cengâverliği icrayı kaldırmada göstermiyor. Bu ne biçim bir hizmet anlayışıdır sorusuna ilgili daire/daireler kamuoyunu tatmin edecek bir cevap vermelidirler!
Yoksa kurumlarımıza olan güven her gün biraz daha azalmaktadır. Bu durumda ülkemizin menfaatlerine zarar vermek isteyenlere yaramaktadır. Her kurum kendi içindeki bu gibi çürük elmaları temizlemelidir ki, ülkemizin bu durumlardan ulusal çıkarları zarar görmesin.
Bu ümitle …
Prof. Dr. Harun GÜMRÜKÇÜ (harung2030@gmail.com ) Tel.: +905058314105